Arrival, bir araya getirdiği nitelikli bileşenleri sayesinde son dönemin en çok sevilen filmlerinden biri haline geldi. Filmin bu kadar iyi olmasının en büyük nedeni, Hollywood camiasında bir süredir kendini tekrar ettiği için izlemekten imtina ettiğimiz “uzaylı” temasını, hepimizi utandıracak bir açıdan ele alması. Bu vizyoner bakış açısı, özellikle düşük beklentiyle izlemeye başlayanlara unutamayacakları bir deneyim yaşatarak Arrival’ı en iyi bilim kurgu filmlerinden biri yapıyor. Filmin yönetmen koltuğunda, Prisoners, Sicario ve Enemy filmleriyle tanıdığımız Denis Villeneuve oturuyor. Yetenekli yönetmen Arrival ile elde ettiği başarıyı, 2017 yılında çektiği Blade Runner 2049 filmi ile pekiştirdi. Başarılarla dolu bu filmografiden de anlaşılacağı gibi, Denis Villeneuve herkesin aynı bıkkınlığı paylaştığı bilim kurgu janrasına tatmin edici bir yenilik getirdi.
Arrival Ne Anlatıyor?
Antipatikliğin sınırında gezen övmelere kısa bir ara verip filmin ne anlattığına değinelim. Arrival, gezegenimize teşrif eden uzaylılarla iletişim kurma macerasını konu alıyor. Bunun için görevlendirilen dil bilimci Louise Banks, kendini bir anda olayların içinde buluyor. Hikaye tam da bu noktada ilginçleşiyor. Çünkü bu zamana kadar izlediğimiz uzaylı filmlerinde genellikle göz dolduran bir aksiyon, akabinde de cesurluğu ile dünyayı kurtaran Anglosakson bir kanaat önderi yer alırdı. Aralara karakter dramaları da sıkıştırılan bu klişeler, nihayetinde derinlikten yoksun bir aksiyon filmini kaçınılmaz hale getirirdi. Ancak Amy Adams’ın canlandırdığı Louise Banks, bilinmeyen bir ırkla olan ilk münasebeti oldukça farklı bir biçimde ele alıyor.
Arrival’ın üzerinde durduğu esas konu iletişim. Bu nedenle filmin hatırı sayılır bir kısmı, Louise’in uzaylılar ile temasa geçerek dillerini öğrenmeye çalışmasına ayrılmış. Bu sırada karakterin yardımına, Jeremy Renner tarafından canlandırılan, bilim insanı Ian Donnelly koşuyor. İkilinin rasyonel ve duygusal olmak üzere farklı yaklaşımları, iletişim sürecini hızlandırarak dünyayı büyük çaplı bir felaketten kurtarıyor. Ancak bu kurtuluş da, alışık olduğumuz kaos ve aksiyonla olmuyor.
Arrival’ın Dikkat Çeken Kurgusu
Filmin başından itibaren, dilbilimci Louise Banks’in bir kız çocuğu ile olan sahnelerine şahit oluyoruz. Kendi halinde devam eden hikaye aksına ara ara yerleştirilen bu sahneler, başta bir flash back gibi gözükse de, ilerledikçe gizemini arttırıyor. Filmin bu ikili kurgusu, final sekansında yaşanan şaşkınlığı ve hayranlığı oldukça arttırıyor. Çünkü en başından beri Louise’in gözünde canlanan bu kız çocuğu, aslında geçmişe ait bir anı değilmiş. Louise, kim olduğunu bilmediği, hayatında hiç görmediği bu kız çocuğunun gelecekte sahip olacağı kızı olduğunu anlıyor ve olaylar bununla birlikte çözüme kavuşuyor. Uzaylılarla bağ kurabilmek için uğraşan Louise, bu temasla birlikte kendisine geleceğin de malum olduğunu acı bir şekilde anlıyor. Burada acı kelimesini son derece bilinçli bir şekilde kullandığımın altını çizmek isterim. Çünkü Louise, sonunu bildiği bir hayatı yaşamakla mükellef olduğu için buhranlı bir özümseme sürecinden geçiyor.
Filmin takdir edilmesi gereken diğer bir yönü de bu. Kompleks bir akışa sahip olan zamana hakim olmak ve yaşanacakları önceden bilmek, çoğu filmde karaktere bahşedilen bir hediye olarak yansıtılır. Ancak Arrival, bunun kapana kısılmış hissettirebileceğini de vererek oldukça gerçekçi bir perspektif çiziyor. Toparlamak gerekirse Arrival, uzaylıların ve dünya krizinin yer aldığı bir bilim kurgu filmi olmasına rağmen duyguların, hislerin ve kişisel dramaların kendine olabilecek en özgün şekilde yer bulduğu bir film olarak arşivimizdeki yerini alıyor. Filmin başrollerini paylaşan Amy Adams ve Jeremy Renner’ın, bu bilim kurgu dramasının başarısında büyük bir payı olduğunu söylemek gerek. Ancak yine de en büyük alkış, hikayeyi ele alma biçimiyle bilim kurgu janrasına yeni bir soluk getiren yetenekli yönetmen Denis Villeneuve’de.